SON BEŞİK
Gömleğinin düğmelerini ilikleyemiyordu, daha dün gibi. Annesi “son beşik” diye anıyordu arkasından. Zamanı unuturcasına, sokağın çağrısına uyup, peşinden koşuyordu. Gözleri bulanıyor açlıktan, kolları iki yanına düşüyor, burnunu, toz -toprak tıkıyordu da öyle giriyordu eve…
İri kayısılardan da iriydi gözleri, güneşin sorgusuz yaktığı tenine, gökyüzündeki yıldızlar gibi serpilmişti çilleri. Sınırları vardı hayatın. Mahallenin sınırları gibi, itirazsız kabul görüyordu çocuk aymazlığında. Sınır ötesinin bedeli, canından olmaktı. Bu kadar kesindi. Küçük bir taşı kavrayacak kadardı çatlamış elleri. Çatlamış, minik elini yumruk yapıp, kalbinin; yumruğu kadar olduğunu bağırıyordu akranlarına…
Hamit; on ikisine varmıştı, gömleğinin düğmelerini ilikleyebildiği gün, mahallenin sınırları içerisinde, kalbi kadar yumruğunun arasındaki taşı fırlattığında…
Çocukluğunu, düşlerini, masumiyetini, hatta gençliğini fırlatıyordu, çatlamış minik elini yumruk yapıp, arasına sıkıştırdığı taşı öfkesine kattığında…
İri kayısılardan da iri gözleri, ihtiyar bir hüzne bulanmıştı. Bileklerini saran kelepçenin soğuk temasını hissetti. Sınırları sığdıramadığı zihnine; kelepçeleri, işkenceyi, mahpus damlarını, mahkemeleri nasıl sığdıracaktı…?
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder